‘İbnü’l Arabî’yi ancak İslam medeniyeti yetiştirebilirdi’

Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin (1164–1240) “İslamiyet’teki bütün zâhîri ve bâtınî ilimleri kapsayan” Fütûhat-ı Mekkiyye adlı eşsiz eserinin tercümesi ilk kez tam metin olarak Türkçede. Doç. Dr. Ekrem Demirli, altı yılın sonunda bu zahmetli tercümeyi tamamlamak üzere. On yedi cildi yayımlanan Fütûhat-ı Mekkiyye’nin son cildinin çevirisine başlayan Demirli ile İbnü’l-Arabî’yi, etkisini, ona olan ilgiyi ve tercümede yaşadığı zorlukları konuştuk.
FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE, MUHYİDDİN İBNÜ’L ARABÎ, ÇEV.: DOÇ. DR. EKREM DEMİRLİ, LİTERA YAYINCILIK, 30 TL

Bir söyleşinizde “Tasavvuf, ilk kez İbnü’l-Arabî ve takipçileriyle birlikte metafizik bir çerçeve kazanarak İslam ilim geleneğinin merkezine yerleşti.” diyorsunuz. Sizin deyişinizle “bütün tasavvufu temsil eden” bu önemli eserin tercümesi için neden bunca yıl beklendi?

Belki soruyu bu ihmalin gerekçeleri nedir, diye yeniden ifade etmek lazım. Meseleyi iki aşamada ele alabiliriz: Birincisi Osmanlı döneminde –bilhassa son dönemlerde- niçin tercüme edilmemiş, ikincisi Cumhuriyet döneminde niçin tercüme edilmemiş? Bence Osmanlı dönemi, büyük kitapları, onların özetlendiği muhtasar kitaplardan takip etmeyi tercih etmiş. Bu iki kitap türü arasında ortaya çıkan boşluğu ise müderrisin ve şarihin doldurduğu hakkında iyimser bir kanaat yaygın. Ben bu kanaatte değilim gerçi. Bana göre sorun daha ciddi. Osmanlı aydınlarının bilim ve düşünceyle kurdukları ilişkiyi iyi tahlil etmek gerekiyor. Cumhuriyet devrinde ise sorun daha çok bir ilgi ve yeterlilik sorunu şeklinde gözüküyor. Kanaatimce sadece Fütûhat-ı Mekkiyye’yi değil, pek çok kitabı tercüme edebilecek birikim hâlihazırda oluşmuş değil. Yani “tercüme edilmemiş” değil, “edilememiştir” diyerek yüzleşmemiz lazım ciddi bir sorunla. Bu noktada ileri sürülebilecek pek çok karşıt görüş bu olguyu perdelemekten ileri gitmez. Cumhuriyet döneminde üniversitelerde oluşan birikim İslam metafiziğinin kaynaklarını takip edebilecek yeterlilikte değil. Kanaatimce İbn Sina, Razi gibi isimler niçin tercüme edilmemişse Fütûhat da onun için tercüme edilmemiştir.

Fütûhat-ı Mekkiyye’yi İbnü’l-Arabî şöyle tanımlıyor: “Muhammedî şeriatın batınî boyutlarıyla ortaya konulduğu bir kitaptır.” Bunu biraz açar mısınız?

Fütûhat-ı Mekkiyye özünde vahyin bulunduğu bir “dinî tefekkür” kitabıdır. Kitabın bence en değişmez vasfı budur. İbnü’l-Arabî dinin iman-ibadet ve ahlâk alanındaki hakikatlerini evrensel bir dille nasıl ele alabiliriz, bütün bu bahisleri “insan” sorunu üzerinden nasıl ifade edebiliriz diye düşünür. Bu özelliğiyle eseri Gazali’nin İhya’sıyla mukayese ederken şunu söylemiştim: Gazali çok önemli bir teşebbüsünü belirgin bir ana fikre sahip olmadığı için eksik bırakmış görünmektedir. İbnü’l-Arabî ise vahdet-i vücud diye ifade ettiğimiz bir ana fikre sahip olduğu için o işi ikmal etmeye çalışmıştır. Bu iş dinin zahir’i ve batınî boyutlarıyla yeniden yorumlanması, yani bir “ihya” teşebbüsü olarak görülebilir.

Otuz yedi ciltten oluşan ve “İslamiyet’teki bütün zahirî ve batınî ilimleri kapsayan” Fütûhat-ı Mekkiyye’yi tercümeye niyetlendiğiniz gün neler geçmişti aklınızdan?

Tam olarak hatırlamıyorum, 1994 senesinde Fütûhat’ı okumaya karar verdiğimde pek çok kişiye inandırıcı gelmemişti, bunu hatırlıyorum. Öteden beri şöyle bir düşüncem vardı: Türkiye’de bilgiyle insan arasındaki engelleri azaltmaksızın edebiyatta, tefekkürde, sanatta sağlıklı bir düşüncenin gelişmesi mümkün değil. Düşüncenin olmadığı yerde ise dile hamaset hâkim olur. Hamaset şöyle konuşur: “Falanca çok büyüktür”, “çok önemlidir”, “bizde daha iyisi vardır” vs. Bence Türkiye’nin en azından bir asrı böyle harcanmıştır. Bilgi hamaseti dışlar ve gerçeğin serin tabiatıyla yüzleşmeyi sağlar. Artık şöyle konuşuruz: “Falan şöyle der, bu düşünce doğrudur.” Ben Türkiye’de çalıştığım alanla ilgili söylemi hamasetten kurtarmak istedim. Meselenin esası budur.

Yaklaşık altı yılın sonunda, 18 ciltle tercümeyi tamamlamak üzeresiniz, İbnü’l-Arabî’yi çevirmedeki zorluklar nelerdi?

Bir kitabın çevirisinde bence en önemli mesele kitapla ilgili bir perspektif sahibi olabilmek. Neyi çevirdiğiniz hakkında doğru bir kanaatiniz olmalı. Bence üzerinde en çok durmamız gereken nokta budur. Ben bu büyük sorunu Konevî’nin rehberliğiyle aşmaya çalıştım. Aslında İbnü’l-Arabî’ye kadar yaptığım bütün çalışmalar bir hazırlık süreciydi. Aklımda sürekli İbnü’l-Arabî, Fusûs ve Fütûhat vardı. Günlerce kendi kendime konuştuğum ve İbnü’l-Arabî ile sohbet ettiğim oldu. Kimdi ve ne yapmak istemişti? Bu büyük sorunu çözmek istedim. Başka büyük zorluk kitabın hacmi. Her biri yaklaşık beş yüz sayfalık büyük boy on sekiz cilt kitabı tercüme etmek, itiraf edeyim ki, düşündüğümden daha zor oldu. Dil ve üsluptan kaynaklanan sorunlar oldu, zengin konulu bir kitabı çevirmenin güçlükleri oldu. Konuların bir kısmı ilgimi daha az çeken konulardı. En büyük sorunlardan biri de bu bahisleri tartışabileceğim kimsenin olmayışıydı. Bir iki yakın arkadaşımı istisna edersem, tercüme sürecinde bende hâsıl olan duygu ve düşünceyi paylaşabileceğim kimse yoktu. Üstelik Türkiye’de veya dünyada ciddi bir uzmanının bulunmadığı bir düşünür İbnü’l-Arabî. Bunun da büyük zorlukları oldu.

Geçen süre içerisinde nasıl tepkiler aldınız ve tercüme aşamasında yıldığınız zamanlar oldu mu?

Yılmak değil de, zorlandığım oldu tabii ki! En çok on yedinci ciltte zorlandım. Bunun dışında zorlandığım ve keyfimin kaçtığı zamanlar da oldu. Konuların benzediği bahisler ve yeni bir şey öğrenmediğimde heyecanımın azaldığı dönemler oldu. Tepkilere gelirsek, doğrusu çok olumlu tepkiler aldığımı belirtmeliyim. Meslektaşlarımdan çok doğru eleştiriler ve tepkiler aldım. Bunların bir kısmı tercüme sürecini etkilemiştir. Belki daha sonra da etkileyecektir. Fütûhat beni çok kıymetli insanlarla tanıştırdı, onların kitabın tercümesinden yararlandıklarına şahit oldum. Olumsuz tepkiler de aldım. Bir kısmı kitabın tercümesini gereksiz bulduğunu belirtti, bir kısmı özetlense daha iyi olurdu dedi. Genellikle yeni kelimeler kullandığımı söyleyenler oldu, ancak bunun mahzurunu anlamış değilim. Türkiye’de bir çeviri nasıl ele alınır ve nasıl eleştirilir, bu da ciddi bir sorun. İmla hataları var, bu konulardaki eleştiriler çok haklı. İleriki baskılarda bu hataları gidereceğiz inşallah. Muhtemelen tercüme hataları yapmışımdır –tamamen sehven yapılmış bir hataya 10. ciltte işaret etmiş ve özür dilemiştim- onları da ikinci baskılarda dikkatle tashih etmek lazım.

İbnü’l-Arabî’ye atfedilen 600’den fazla eser olduğu söyleniyor. Şunu merak ediyorum, “Bir tek kitap yazmaya bile niyet etmedim.” diyen Şeyh’ül Ekber, bu kadar eseri nasıl yazdı?

Bu sayı meselesini doğru anlamak gerekiyor. İbnü’l-Arabî en velut birkaç yazardan biridir. Fakat bu sayının altı yüze çıkması abartılı. Daha doğrusu bu eserlerin önemli bir kısmının küçük risalelerden oluştuğunu hesaba katmak gerekir. Bence Fütûhat, İbnü’l-Arabî’nin bütün bir özeti gibi. İbnü’l-Arabî bahsettiğiniz cümleyi Fütûhat’ta da tekrar eder ve “bu yola başka amaçlarla girdik” der. Başka bir söz de beklenemezdi herhalde. Çünkü seyr ü süluk ikilik kabul etmez, insanın bütün amaçlarından sıyrılıp rıza-yı Bari’ye odaklanması şarttır. İbnü’l-Arabî de bunu söylemek istiyor. Fütûhat ve diğer eserlerini ise bize bir lütuf ve “miraç” hediyesi olarak takdim ediyor. Biz de bu hediyeleri büyük bir bahtiyarlıkla kabul etmeliyiz.

İbnü’l-Arabî’nin eserlerinin pek çoğu üzerinde çalışılmamış ve bu eserler yayımlanmayı bekliyor, diyebilir miyiz?

Prof. Dr. Mahmut Kaya hoca bir kitabını ithaf ederken “hakkı yenmiş medeniyetimize” diye bir tabir kullanmış. Çok hoşuma giden bir tabir bu. “Hakkı yenmiş” olanların içine en çok girmesi gereken kişilerden biri İbnü’l-Arabî’dir. Ayrıca Konevî girer, Ferganî girer, Cendî girer, İslam filozofları, kelamcıları, farklı dönemlerden pek çok düşünür girer. Üstelik hakkı yiyenler bizzat biz Müslümanlarız. Bence önümüzdeki otuz kırk sene içerisinde Müslümanların medeniyetleri hakkında titiz çalışmalar yapmaları lazım. Şu anki gidişattan ümitli değilim. Müslümanlar hâlâ “sevmek” ve “önemli bulmak” gibi hamaset cümlelerinden başka bir şey yapmıyor. Şu gerçeği çok iyi anlamamız lazım: İbnü’l-Arabî’yi ancak ve ancak İslam medeniyeti yetiştirebilirdi.

İbnü’l-Arabî uzmanlarından İspanyalı Prof. Dr. Pablo Beneito, “İbnü’l-Arabî ile Batı düşüncesi arasında entelektüel seviyede bir ilişki bulunmadığını, çünkü İbnü’l-Arabî’nin eserlerinin 20. yüzyılın başlarından önce Batı dillerine tercüme edilmediğini” söylüyor. Batı’da İbnü’l-Arabî üzerine pek çok çalışma var, bunu göz önünde bulundurursak, Batı’nın İbnü’l-Arabî ile tanışması konusunda siz ne düşünüyorsunuz?

Aynı kanaatteyim. Batı’nın İbnü’l-Arabî’yi ve hatta tasavvufu pek önemsemediğini düşünüyorum. Bu konuda verdiğim bir misal vardır: Bazı Batılı araştırmacılar Dante’de İbnü’l-Arabî etkisinden söz ederler. Ben de diyorum ki, Dante’nin siyah ve beyaz dünyasıyla İbnü’l-Arabî’nin paradoksal ve karmaşık dünyası arasında bir irtibat bulmak mümkün değil. İbnü’l-Arabî bir düşünceye kıyısından köşesinden tesir etmez. O bir yere girdiğinde düşünceyi yeni baştan inşa eder, temelini değiştirir. İbnü’l-Arabî etkisini böyle bir değişimde görmek lazım. Yoksa herhangi bir düşüncenin verebileceği bir etkiyi İbnü’l-Arabî’nin vermiş olmasının bir manası yok. Bence İbnü’l-Arabî hem Batı hem İslam için bir “kenz-i mahfi” olarak kalmıştır. Batı’da İbnü’l-Arabî üzerinde ciddi bir araştırma görmedim. Yazılan az sayıdaki kitap ise Türkiye’de başka saiklerle önemli hale geliyor galiba.

İlk kez tamamıyla başka bir dile çevrilen Fütûhat-ı Mekkiyye tercümesi tasavvuf tarihi açısından kendine nasıl bir yer bulacak?

Tek başına Fütûhat çevirisini değil de bu kapsamda yazdığım Fusûs’ül-Hikem şerhini, Konevî çevirilerini ve Konevî üzerine kitaplarımı, İbnü’l-Arabî metafiziği hakkındaki kitabımı birlikte değerlendirmem lazım. Kendi adıma bu çalışmaları bir proje bütünlüğü içerisinde planlamıştım ve Allah gerçekleştirmeyi nasip etti. Bu eserler Türkiye’de İslam medeniyetini ciddiye alan farklı alanlardaki insanları hedeflemiştir. Bunların içinde ilahiyatçılar ve felsefeciler kadar edebiyatçılar, şairler, hikâye yazarları var. İleriki yıllarda çalışmalar ve tabii ki Fütûhat’ın İslam düşüncesi çalışmaları içerisinde bir dönüm noktası olması gerekiyor. Ancak paralel çalışmaların yapılması lazım: İslam felsefe ve kelam klasikleri tercüme süreci tamamlanmazsa tek başına Fütûhat’ın bir etkisi olacağını zannetmem. Yeni bir şerh ve telhis dönemine girmek lazım! Fusûsu’l-Hikem şerhi İbn Sina’nın Metafizik ve İşarat gibi kitaplarının veya kelamdan bazı temel kitapların şerhiyle anlam bulacak. Bu sayede klasik eserlerle bağımızın yeniden kurulması lazımdır. Aksi halde İslam medeniyetindeki bilimlerin dilini anlamamız mümkün olmayacak.

Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç “Fusûs’ül Hikem, İbnü’l-Arabî’nin ilk okunacak kitabı değil, Fusûs, özel bir eserdir, bir nevi mezuniyet kitabıdır. Bir hayli merhaleden sonra okunur.” diyor. İbnü’l-Arabî’nin dünyasına girmek isteyenlere siz ne tavsiye edersiniz, nereden başlanmalı sizce?

Bir İbnü’l-Arabî okuru evvelemirde evrensel çapta bir metafizikçinin karşısında olduğunu bilmeli. Bu şuura sahip bir insana karşı İbnü’l-Arabî tahmin edilemeyecek kadar cömert davranacaktır. Bence işin özeti şu: İslam metafizikçileri açık ve anlaşılır bir dil kullanmışlardır. Çünkü bu dinin peygamberi öyle bir dil kullanmıştır. Kimse Hazreti Peygamber’den daha bilgili ve daha hikmetli değil. İslam metafizikçileri dili belirsizleştirerek insan üzerinde otorite inşa etmezler, insanı ezmezler. İslam gizemci ve karanlık bir düşünceye sahip değil, hakikati anlamak için gözleri yummak gerekmez bu gelenekte. Herkese açıktır kapı ve ciddiyetle davrananlar o kapıdan içeri girebilirler. Bence sıralamaya gerek yok, ısrarla ve cesaretle İbnü’l-Arabî ve benzeri klasik düşünürlerimizi okumak lazım.

Doç. Dr. Ekrem Demirli
MUSA İĞREK